17 Nisan 2013 Çarşamba

Çınar




Krem rengi duvarlarda aile fotoğrafları asılıydı. Krem rengi olduğunu biliyordu duvarların çünkü kendisi boyamıştı 20 yıl önce. Fehime Hanım’ın hala o krem rengi duvarlarda asılı resimlerdeki gibi gülümsediği günlerde. Ailesi İstanbullu, seçkin bir aileydi. Babası eski subay, yakışıklı, boylu poslu bir adam. Şu gri, gür bıyıklarını hatırlıyordu hala. Annesi Selanik göçmeni bir ailenin kızı. Saçlarını hep sımsıkı topuz yapardı. Hatırlıyordu Fehime Hanım’ın ailesini. Fehime Hanım 30’unda bu eve taşındığında o daha 10 yaşında ya var ya yoktu. Ne alımlı kadındı gençken Fehime Hanım. Simsiyah saçlar, simsiyah gözler. Kim derdi o kadın 75 yaşında akciğer kanserinden ölecekti… 20 yıl önce dimdik ayakta, o duvarları boyarken, elinde demlenmiş çayla gelip “Yavrum gel de bir çay iç. Sonra devam edersin. Duvarlar kaçmaz ya bir yere.” demişti. Annesi zorlamıştı duvarları boyamaya. “Kadıncağız kendi mi yapsın o yaşında, git de yardım et kızım.” demişti. Fehime Hanım severdi onu. Her gelişinde hafif bir merakla, belki de tanıdığı bir şeylerden hala iz kaldığını umarak, “Yavrum baban nasıl? Döndü mü seferden?” derdi. Babasını merak ettiği yoktu aslında. Tek istediği aynı kalan, değişmeyen bir şeye tutunmaktı. Biliyordu ki; babası Mayıstan önce dönmezdi seferden. Duymak istediği cevap zaten duymaya alışık olduğu bir cevabın hala aynı olduğunu bilmekti. İnsan yaşlanınca böyle oluyordu demek ki; bir şeylerin aynı kalmasını istiyordu. Aynı kalanlara tutunuyor, eski püskü dünyasına yeni bir şeyi kabul etmiyordu. Fehime Hanım’ı bir kere, onu ziyarete gelen kızına “Size yük olmaktansa öleyim kızım. Bir de yaşlı kadın mı kalsın başınıza?” derken duymuştu. O zamanlar hayran kalmıştı ona. “Yaşlılığa, ölüme nasıl da kafa tutuyor.” diye düşünmüştü. Ancak zamanla fark etmişti söylenen sözün aslında kastedilmediğini. Şimdi anlıyordu Fehime Hanım’ın ölmektense kızına, damadına, torununa, komşusuna yük olmayı tercih edeceğini. Ölmektense her seçeneği seçebileceğini… 55 yaşına gelince anlamıştı yaşlılığı. Bazı şeyler böyleydi işte; başa gelmeden anlaşılmıyordu. Daha Fehime Hanım gibi olmamıştı ama çok da uzak değildi. Bacağındaki varisler, yüzündeki kırışıklıklar, romatizması ve yavaş yavaş kaybolan hatıralar haber veriyordu olacakları. Değişmeyen bir Fehime Hanım’ın duvarları kalmıştı, bir de bahçedeki çınar ağacı. 2. kattaki evlerinden ilk merdiveni inince krem rengi duvarlara, 2. merdiveni inince çınar ağacına ulaşılıyordu. Daha 7 yaşındayken o çınar ağacının dalından düşüp kolunu kırmıştı. 12 yaşındayken o ağacın kara gövdesine kazımıştı ilk aşkının ismini. 13 yaşındayken o kazınmış ismi görüp de dalga geçmişti çocuk onunla. O da kazınmış ismi söküp atmıştı çınarın sert gövdesinden. 16 yaşında o çınarın dalına çıkıp yıldızları seyretmişti kaç gece. 22 yaşında evin anahtarını kaybettiğinde, o çınarın dallarına tırmanıp eve atmıştı kendini. Hala da oradaydı çınar. 150 yıldır oradaydı. Kendisinden yaşlı bir o kalmıştı artık tanıdığı. Şimdilerde alt kat komşuları Esma Hanımların oğlu arkadaşlık ediyordu koca çınara. Geçen gün dalında uyuyakaldı da akşama kadar kayboldu sanmışlardı. O oğlan da, tıpkı zamanında kendisinin Fehime Hanım’a ettiği gibi yardım ediyordu ona. Fehime Hanım’ın krem rengi duvarlarındaki gibi aile fotoğrafları asılıydı kendi duvarlarında da. Siyah beyaz, eski, solmuş fotoğraflara baktıkça, nedense annesi babası değil, Fehime Hanım geliyordu aklına. Yaşlılığı ilk onunla tanımıştı. İlk onunla görmüştü serumu, iğneyi, siyah beyaz akciğer filmlerini. En korktuğu şey yaşlanmak olduysa, Fehime Hanım sayesindeydi. Şimdi kendisinden 150 yaş büyük çınar bahçede dimdik dururken, kendisinden 20 yaş büyük Fehime Hanım memleketinin toprağında yatıyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder